29 Nisan 2011 Cuma

Bir rap ikonu olarak Snoop Dogg...





Günün anlam ve önemine uygun olarak William ve Kate'e buradan mutluluklar diliyorum... Bugün twitter'da sık sık bahsettiğim, Snoop Dogg'un Prens William'ın isteği üzerine yazdığı şarkı "Wet"i dinlerken yazıyorum bu şarkıyı..
Konumuz bir rap ikonu olan Snoop Dogg...
Calvin Brozadaurs isimli bu yetenekli, sevimli, zayıf, uzun boylu abimizin kariyeri hakkında bilgilendirme geçmeyeceğim... Çok merak eden google'dan bakabilir (google işletim sistemli telefon kullanıyorum ya reklamını yapıcam diye anlaştık. 1 gb internet veriyorlar).
Düşünün bundan birkaç yıl öncesine kadar yasal nedenler nedeniyle (çete üyesi olmak) İngiltere'ye alınmayan bir şarkıcı nasıl oluyor da Prens'in isteği üzerine şarkı yapabilecek kapasiteye ulaşıyor...
Aslında bu Snoop Dogg'un son yıllarını değerlendirme yazısı olarak anılabilir. Biraz geçmişe, biraz günümüze bakarak, biraz wikipedia benzeri bilgilerle değerlendirme yapalım.

Snoop Dogg kariyerine Dr Dre ile başladı. Şu dönemde bile çok büyük bir prodüktör olan Dre'nin en büyük keşiflerinden birisi Snoop Dogg... Peki nasıl oldu da şu sıralar Katy Perry gibi isimlerle bile düet yapmaya başladı?
Snoop Dogg, 1980'lerin sonundan bu yana rap dünyasının içinde. Bu yolculukta efsanelerden 2pac (RIP), Nate Dogg (RIP), Ice Cube, Dr Dre, MC Ren, NaS ve adını yazmaya üşendiğim onlarca isimlerle çalıştı. Çok önemli hitlere imza attı.

Snoop Dogg'un ilk çıktığı günden bu yana kliplerine baktığımızda, hep bi dalga geçme havası vardı... Çok ciddi, gangsta diye tabir ettiğimiz klipleri (bkz Vato) mevcuttu. Ama o funk müziğe yakın olan rap türü ile sürreal bi şekilde rap yapmayı tercih etti. Kliplerinde kendiyle dalga geçmesine rağmen saygınlğığını korumasını bildi. Bunun temel sebebi ise her zaman satan işlere imza atmasıydı.

Kartlarını doğru oynayan Snoopy, bugünlerde Samsung'un 4G teknolojisinin reklam yüzlerinden birisi. Düşünün 19 yaşında hapishanede olan bir adam şimdi dünya iletişim markalarından birisinin reklam yüzü. Bu herkesin kolay yapabileceği bir şey değil.
Snoop Dogg'un buraya gelmesinde müziğinin yanı sıra patronvarı bir havasının da olması yatıyor.
Kendisine gelen tekliflerin neredeyse birçoğuna olumlu yanıt veren, sempatik olan (o tiple sempatik oluyor mu demeyin, valla çok sevimli) Snoop Dogg, farklı projelerde yer almasını bildi.

The Blue Carpet Treatment albümünü ise, "Büyük bir adamın, en büyük olma yolundaki hikayesi" olarak yorumluyor... İşte en büyük adam olurken, Snoop Dogg çok büyük kazanımlarda bulundu. Bunlar neler mi ?
Rap dünyasında sarsılmaz bir yer. Belki kendisi rap müziğin mucidi değil ama bu müziği çok daha fazla kitlelere ulaştırmayı başardı.
Bunun temelinde de east-west gibi davaları aşabilmiş olması. Düşmanca tavır takınmadı kimseye. Hoş "20 saniyede bir ünlü" programında, Kanye West'i bu piyasadan silmek istediğini söylemişti ama Doggumentary albümünde John Legend ve Kanye West ile birlikte çalıştı.
İşte bütün bu her şeyi aşmış tavrı, umursamazlığı, kendisi ile eğlenebilmesi Snoop Dogg'u diğerlerinden farklı bir yere taşıdı.
Snoop Dogg'un son dönemde farklı işlere imza attığını sorgulamaya da pek gerek yok. Sebebi çok basit. Sıkıldı. "20 yıla yakındır rap müzik yapıyorum. Birlikte çalışmadığım kimse kalmadı. Artık farklı işler yapmak istiyorum. Mick Jagger, Madonna düet yapmak istediğim isimler" demişti.

Snoop Dogg, bu doğrultuda çıkan, "Malice'n'Wonderland" ve "Doggumentary" albümlerinde autotune denilen türe eğildi. Bu yolda, The Dream, Terrace Martin gibi isimlerle çalıştı. 2008'de çıkan, Ego Trippin'de ise yine farklı isimlerle birlikteydi. Genç nesile el verdi.
Şu sıralar, abuk subuk şarkılarla kulaklarımızı doldursa da Snoop Dogg vazgeçilmez bir rap müzisyenidir. Kendi deyimiyle dediği gibi çok büyük bir isimdir.
Dipnot: Şu sıralar Swizz Beatz'le bir albüm hazırlığında. Doggstyle 2 adını verebileceği konuşuluyor. Gerçek bir rap albümü ile Snoop Dogg'u yeniden aramızda görebiliriz.
Shizzle ma nizzle

10 Nisan 2011 Pazar

Eto'o harikalar diyarında!



İtalya'nın Inter takımındaki Kamerunlu forvet Samuel Eto'o'yu futbolu takip edenlerin yüzde 98'i bilir (Bu oranı bizim işyerinde yaptığım ankette elde ettim. 2 tane kadın çalışanımız bilemedi malesef. Onların da tek bildiği french oje zaten).
Neyse efendim bu abimiz geçtiğimiz günlerde şöyle bir demeç vermiş...
Haberi goal.com'dan olduğu gibi aktatırıyorum...
"Inter'in golcüsü Samuel Eto'o, takımının Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Schalke'yi eleyebileceğine ve yarı finale kalabileceğine inanıyor.
Son İtalya ve Avrupa şampiyonu San siro'da oynanan ilk ayağı 5-2 kaybetti ve tur şansını oldukça azalttı. Ancak Barcelona ile 2008-09'da, Nerazzurri ile geçen sene üçer kupa kazanan Eto'o yeteneklerine inanmaya devam etmek zorunda olduklarında ısrar ediyor.
Sky Sport İtalia'ya konuşan Kamerunlu milli oyuncu, "Şu an buna inanmak zor gibi görünebilir, ama futbolda imkansız diye bir şey yoktur. Her zaman hayal edebilirsiniz. Inter oraya gidip yarı final için gerekli sonucu almaya muktedir bir takım. Aynı şey lig için de geçerli, önümüzde hâlâ oynanacak iki ay var," dedi.
Inter Serie A' da cumartesi günü kendi sahasında Chievo'yu 2-0 yendi ve şu an Milan'ın sadece iki puan ardından ikinci sırada. Schalke ile Şampiyonlar Ligi çeyrek final rövanşı ise çarşamba akşamı oynanacak."
Şimdi bu cümleyi kuran arkadaşa ne diyeyim... Kendi sahanda 5 gol yemişsin... Tamam Bayern Münih'i elemenin verdiği bir gaz var. Anladık. Yaptıklarınız da ortada ama... Bu cümleyi kurduktan sonra, sesli ve random bi' şekilde, "dklşfdlşkwelşklşweahagagashdjsadklşfşdklajajajajajahhajdkdfekframkamkamakamkamkamkddjajahfjğpertoptrğpr235868970" şeklinde gülünür.
Belki arkadaşlarını gaza getirmeye çalışırsın da, sizi biz hep profesyonel futbolcular olarak bildik.. Hani işle duygularınızı karıştırmazzsınız... Türk takımları gibi değildiniz.. (Bize de nereden öğrettiler bunu? Belki o adamların da duygusu vardır. Kainatın en duygusuz teknik direktörü Jose Mourinho bile, Materazzi'ye sarılıp ağlamıştı. Baba, bir futbolcuya sarılıp ağlarsın. Tamam ama neden Materazzi? Başka futbolcu mu kalmadı? Ama Marco ile kanka olması Real'de pahalıya mal oldu. Zidane ile arası bozukmuş Jose'nin ama Real Madrid'deki kaynaklarım bunu yalanladı. Şaka lan nereden bileyim. Avrupa medyası yazıyor, biz de oradan okuyup hava atıyoruz) Nerede kaldı o soğukkanlılık??
Eto'o'ya da yeni taşındığı harikalar diyarında güle güle oturmasını temenni ediyorum. Öptüm. Kib. Bye

7 Mart 2011 Pazartesi

Hedefsiz kalmak...

Beşiktaş'ın şu sıralar içinde bulunduğu durumu Spor Toto Süper Lig'i takip eden herkes üç aşağı beş yukarı biliyor.
Hatta şöyle bir espiriye bile hak verebilirim... "Viktor Hugo, Beşiktaş'ı görse, Sefiller'i yeniden yazardı."
Düşünün yani o derece canım sıktı ki, Beşiktaş'ın durumu, eğlence amaçlı yazdığım bloga dram temalı postlar giriyorum...
Ancak bunun temelinde futbolun ve futbolcunun en büyük düşmanı olan hedefsizlik.. İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçında alınan yenilginin ardından gelen kötü performans... 1 haftada yenilen 12 golden bahsetmek bile istemiyorum...
Bütün bu olaylar üst üste binince takımda yaşanan moralsizlik hadsafhaya (bu arada hadsafha kelimesi random gülme değildir arkadaşlar) ulaştı.
Bugünkü Trabzonspor maçında bile, olumsuz bir hareketin ardından domino taşı misali bütün oyuncular teker teker devriliyor.
Tamam Üzülmez-Toraman arasındaki olayın takımı etkilememesi imkansız ama bu kadar da çabuk demorilize olmaması lazım. Sonuçta bu işten çok büyük paralar kazanan, profesyonellersiniz (!).
Belki de, takımın hedefi olmadığı için, skora isyan edecek bir oyuncu çıkmıyor. Tabi buralarda, Guti'den bir babalık bekliyor insan. O ağır abi imajıyla çıkıp, "Haydi beyler" dese ya kırık Türkçesiyle.
Neyse.
Bir sonraki yıl görüşmek ümidiyle.

3 Mart 2011 Perşembe

İlginç benzerlikler...



Wiz Khalifa. Geleceğin yeni yıldızı.

Thierry Henry. Fransız futbol efsanesi.

Benziyorlar değil mi?

1 Mart 2011 Salı

Ken taç diz dırırırı



Bugünün şüphesiz ki sosyal medyadaki tek konu blogspot'un yasaklanması. Hoş şu an ben de yasaklanan bir sitede, yasaklanan bir konu üzerinde yazıyorum.
Ve şu an yazıyı yazdığım site ile fikirlerimin çatışıyor olması kadar büyük bir ironi görmedim. Neyse burası Türkiye, rezil olmak yok biliyorsunuz.
Blogspot'un kapanıyor olması bir hayli ayağa kaldırdı insanları. Haksız değiller. Çünkü buradan ünlü olan birçok kardeşimiz bulunuyor.
Hatta evde göt yaymaktan, erkek peşinde koşmaktan başka işi olmayan, futbolun f'sinden anlamadan sadece sağdan soldan fotoğraf araklayarak futbol blog'u açan, sırf geyik olsun diyip testis kebabı yapan, sırf saldırmak ona buna küfür eden onlarca isim var... Bir şekile ünlü olmuş bu abilerimiz/ablalarımız.
Ha bir de bu işi hakkıyla yapanlar da var.. Yok değil. Benim de okumaktan keyif aldığım... Yerli ya da yabancı fark etmiyor. Maksat bir şeyler öğrenebilmek. Maksat, ufkumuzu bir milim bile olsa genişletebilmek.
Ama bunun yanında bir de çakallar var. Onlar da, maç yayınlayarak haksız çıkar elde edenler... Malesef ki konuyu buralara getirenler de onlar...
Digiturk, bilindiği üzere 321 milyon Euro karşılığında 4 yıllığına Spor Toto Süper Lig'in yayın haklarını aldı. Dikkat çekmek isterim ki, ligin yabancı kanallarda yayını geçtiğimiz günlere kadar yoktu. Milan Kulübü'nün başkanı ve aynı zamanda İtalya Cumhurbaşkanı olan Silvio Berlusconi'nin kanalı Mediaset'in sadece derbilerin yayın hakkını almasıyla yurt dışına açılımı yaptık.
Bu derece takip edilmeyen bir lige, 321 milyon Euro veren Digiturk, haliyle maçların başka bir yerden izlenmesini istemiyor. Hatta webTV denilen ve çok cüzzi bir rakamla maçları takip edebiliyorsunuz.
Ha ama buna rağmen, yok ben "0.facebook.com" kafasındayım, her yere bedava gireceğim diyenlerin sayısı malesef ki çok fazla.
Bedava maç izleyeceğim diye, diğer blogger'lar da şu anda ateşte. Haksız değiller. Onlarca saatlik bir emek var. Uğraşılmışlık...
Tamam onlar seslerini çıkartmakta çok haklılar. Ama Digiturk de haklı. Sen hem bu kadar pazarı olmayan bir lige 1 milyar Euro'dan fazla bir rakam öde, hem de "beleştepe"ye konuşlanmışlarla mücadele et.
Digiturk'ün bu savaşına hak veriyorum. Ancak bizim ülkemizde "pire için yorgan yakma" kültürü var. Bu sebepten ötürü blogspot yasaklandı (Ne yasaklanması lan, bildiğin bu siteden yazıyorum auhseuhdfuwerhe. Neyse sapıtmayayım). Her porno sitesini teker teker ayıklayıp bulan Türk Telekom yetkilileri, biraz da bu uğraşını blog siteleri için yap.
Ha kıymetli blogger abilerim/kardeşlerim/ablalarım... Sizler de gidin bi domain alın la!

15 Şubat 2011 Salı

İbrahim Üzülmez için naçizhane görüşüm



Dün gece beklenmedik bir şekilde bi haber düştü Beşiktaş'ın resmi internet sitesine. Sportmenliğe aykırı davrandığı için, Schuster'in raporu doğrultusunda İbrahim Üzülmez'in sözleşmesi feshedildi diye.
Elbette ki bütün Beşiktaşlılar için büyük bi şoktu bu. Çünkü siyah beyazlı formaya 11 yılını vermiş birisinin her ne olursa olsun, böyle gönderilemsi yakışıksızdı.
En azından "Beşiktaşlılık duruşu" (ki bu duruşu da hala çözemedim, ben de mi gariplik var laaan!!) denilen tabire sığmadı.
Transfer dönemi bitmiş, imzalar atılmış, lisanslar çıkmış; sen 11 yıldır senin formanı giyen bir futbolcuyu gödneriyorsun.
İbrahim Üzülmez'in futbolculuğuna kimsenin bir şey diyedeğini sanmıyorum. Ne kadar saha çizgilerinin varlığından haberdar olmadan hareket etse bile, hep bilirdik ki, iyi niyetliydi. Çabalıyordu, kimsenin vermediği mücadeleyi sahada veriyordu. Zaten 11 yıldır kapalı'nın önünde oynuyorsa bu çabasından ötürüydü. Zaten bu kadar savaşçı olduğu için yıllardır her gelen teknik direktörün tercihi olmuştu.
Peki 11 yıldır bu camianın içindesin ve daha öncesinden sabıkalı olduğun bir davranışı sergilemenin manası nedir İbrahim Üzülmez?
Ne kadar iyi bir insan olduğunu çok yakından olmasa da biliyorum. Abilik kavramı takımda belki senle birlikte yok olacak. Belki türünün son örneğisin bu anlamda... Ama her ne olursa olsun takımın 2. kaptanını yumruklamak sana yakışmadı.
Hepimiz gazetelerden okuduk, Toraman yanıt bile vermemiş... Neden? Çünkü Toraman, yaptığından sonra akıllandı. Neden? Biliyor ki, Toraman, büyüğe el kaldırılmaz. Bi kere düştü o hataya, tekrarlamaz.
Ama sen ne yaptın? Bana küfür etti diyerek, vurdun.
Unutma ki İbrahim Üzülmez, vurduğun adam da Beşiktaş'ın 2. kaptanıdır.
Ha bir de Schuster'i suçluyorlar. Şunu söyleyeyim ki, Toraman ve Üzülmez ilk kavgalarında gönderilmediyse, bunun sebebi Ertuğrul Sağlam'ın gücünün yetmemesidir. Sinan Engin'in de araya girmesiyle, olay kapatılmıştır.
Şimdi her şekilde yönetimin arkasında durduğu bir Schuster var. Bu olay belki Mustafa Denizli döneminde yaşansaydı üstü örtülürdü... Hatta hiç yaşanmazdı. Çünkü Denizli'ye olan saygıyla, Schuster'e olan elbette ki farklıdır.
Gelelim olayın sonuna... (Ha bir de, eskiden Baba Hakkı da yapardı diyecekler. Onlara da diyeceğim; Baba Hakkı vururdu ama sonra gönül almasını bilirdi. İbrahim Üzülmez'in, İbrahim Toraman'la arasının açık olduğunu sağır sultan bile biliyordu)
İbrahim Üzülmez'in yaptığı yanlıştır. Böylesine önemli bir takımın kaptanıyken, profesyonelliği kaybedip herkesin önünde kavga etmek yakışmaz. Beşiktaş'ın da transfer döneminin bittiği bi anda yapması şık olmadı.
Son diyeceğim de budur.

8 Şubat 2011 Salı

İyi ki doğdun Hagi !!




Galatasaray Teknik Direktörü Gheorghe Hagi, Eskişehirspor maçı sonrası katıldığı Lig TV yayınında "Ben Galatasaray'a çok büyük hizmetler ettim. Neden benim doğum günümü bir kimse bile kutlamadı" gibi 17 yaşındaki ergen kız çocuklarının yapacağı türden bir çıkış yaptı. Hadi bunu anlarız, mesaj göndermeye çalıştın bir kısım yerlere.
Ama basın toplantısında, "Doğum günümü kutlamadınız, onun için bana soru soramazsınız" demek de ne oluyor onu anlayamadım??
Tamam anladık, bu kulübe çok büyük hizmetler verdin. Belki bir daha Galatasaray tarihinde yaşanmayacak başarıları yaşattın. Teknik direktör olarak da zor zamanda çıka geldin...
Hepsine eyvallah da, bu çocukluk nereden geliyor be adam?
Benim asıl merak ettiğim; yenge senin doğum gününü unutsa, bu kadar kapris yapabilecek miydin?
Bütün bunların üzerine Galatasaray muhabirleri de bir pasta alıp, "küçük" Gheorghe'nin 17. yaş gününü kutlamışlar!

6 Şubat 2011 Pazar

Adu Rize'de




Pele'nin veliahtı olarak ilan ettiği Amerikalı Freddy Adu, Bank Asya 1. Ligi ekiplerinden Çaykur Rizespor'a transfer olmuştu.
Adu, klasik Türk fotomuhabirleri pozlamasına kurban gitmiş...

28 Ocak 2011 Cuma

Barış sağlandı!





The Game'i beni tanıyan herkes ne kadar çok sevdiğimi bilir. Kendisini izleyebilmek için gecenin kör bi saatinde evden çeşitli hastalıklarıma rağmen konsere gitmiştim...
Jayceon Taylor isimli bu Westcoast'un yağız delikanlısı geçtiğimiz günlerde bir mixtape yayınladı.
Son albümü R.E.D'in çalışmaları devam ederken, ortamı ısındırmak için piyasaya 2 tane mixtape albüm yollamıştı.
Dj Skee imzalı bu mixtape'lerden ilki Brake Lights'tı. İkincisi de geçen gün çıktı; Purp&Patron.
İlkinde Street Riders, Pushin, Trading Places, M.I.A gibi çok iyi şarkılar da bulunuyordu. NaS, Akon, Snoop Dogg, T.I gibi dev isimler de cabası...
İkincisinde ise, tam bir yıldızlar geçidi var. Pharrell, Snoop Dogg, Wiz Khalifa, Rick Ross (Senin kedi canını ben), T-Pain (Senin sesini ben) gibi birçok isim The Game'in mixtape'inde yer alan isimler.
Yalnız benim dikkatimi çeken başka bir şey var... The Game'in bu mixtape'i ile Dr Dre ile barışın kesin kez sağlandığı ortaya çıktı.
Dr Dre'nin 10 yıllık albüm özlemini dindirip, Detox ile geri dönerken, yanına bu sefer affettiği oğlu The Game'i de aldı.
Kush'un orijinal remix'inde söyleyen The Game'in Purp&Patron isimli mixtape'inde de birkaç şarkının prodüktörlüğünü yaptı.
Bu hamlelere bakarsak, The Game sahalara çok daha kuvvetli dönüyor. R.E.D'i büyük bir merakla beklemeye devam ediyorum.

Adam işi biliyor beyler





Ülkemizde son dönemde Acun Ilıcalı fırtınası aldı gidiyor. Milyon dolarlıklık işler yapan Acun, son olarak Abercrombie'nin de Türkiye distürübitörü olmuş.
Allah daha çok versin, daha çok kazansın. Bizim onun malında gözümüz yok (Ha ama yeni sevgilisi bir hayli taş! Onda gözümüz olabilir).
Acun, ne yapacağını, hangi ata oynayacağını çok iyi biliyor. Ali Taran gibi antipatik bir isimle program yapma riskini göze alıp başarıyı elde etmiş birisi.
Var mısın yok musun'daki kankaları Survivor'da birbirine düşürüp, Merve Oflaz gibi ne idüğü belirsiz bi kızı da hayatımızı sokabilmiştir.
Bunun bir benzeri de şu sıralar Amerika Birleşik Devletleri'nde hükmünü sürüyor.
Tam adı Mark Robert Michael Wahlberg. Kısaca bir onu Mark Wahlberg olarak biliyoruz, aslında bilmiyoruz. Max Payne, Italian Job gibi aksiyon filmleri haricinde büyük gişe başarısı yapmış bir filmi yok. Daha çok kaslı vücudu sayesinde iş yaptığını kendisi de en az bizim kadar iyi biliyor.
Peki nasıl oldu da Wahlberg, doğru ata oynayan birisi oldu ABD'de. Çok basit. Elde ettiği paraları çok doğru yapımlara yatırdı.
Bunlardan birincisi, Entourage. Deli gibi izlediğim bir diziyi burada öve öve bitiremeyeceğim. Hollywood hayatlarının her zaman prim yaptığı ABD'de de (E bizde de durum farklı değil.. Demek ki ABD taklidi olmayı iyi beceriyoruz. Bekle bizi Tokyo! Senden de çakma olacağız!) seviliyor. Wahlberg, bu dizide zaman zaman boy göstermeyi de ihmal etmiyor... Diziden elde ettiği paralarla çok geçmeden yine çok büyük ses getiren bir yapıma imza attı.
Pilot bölümüne 18 milyon dolar harcanan ve Martin Scorsese'nin yönettiği Boardwalk Empire'ın da yapımcılarından birisi Wahlberg.
Böylesine iki harika dizinin yapımcısı olarak, milyon dolarları cukkaladığını tahmin etmemiz zor değil.
"Beceriksiz bir oyuncu olmaktansa, başarılı bir yapımcı olurum" demiş Mark Robert Michael Wahlberg. Bize de saygı duymak düşer.

6 Ocak 2011 Perşembe

Nedir sizden çektiklerimiz?



Önce dayısı başladı...
Ülkemizde Galatasaray ve Trabzonspor formaları giyen Song, saçlarını sarıya yakın bir renge boyattı.
Ülkesi Kamerun'un Dünya Kupası tanıtım filmleri için böyle bir şey yaptığını söyledi daha sonra. Saçlarına, sakalına bakınca Afrika Aslanı'na benziyordu, eyvallah dedik.
Ancak daha sonra yeğeni Alex Song çıktı. "Abi n'aptın sen yaa" dercesine bir imajla karşımızdaydı dünkü Manchester City maçında.
Mancini'nin kazanmaya yönelik (!) futbolunun dışındaki şeylere dikkat ederken, Alex Song'un saçlarından sonra sakalını da sarıya boyattığını gördüm. Televizyon karşısındayken bir anda dayısı aklıma geldi. Besmele çekip W'Hampton-Chelsea maçına çevirdim kafamı.
Allah'ım senden ricam, 2011'de böyle facia imaja giden futbolculara azıcık akıl fikir ver... Amin!

Boardwalk Empire




1930'ların Amerika'sında, içkinin yasak olduğu dönemlerde geçen bir dizi. İlk olarak adını Martin Scorcese'nin yönettiği ve pilot bölüm için 18 milyon dolar harcandığını öğrendiğimde aklımın bir yerine yazılmıştı, Boardwalk Empire diye.
Bizdeki "yerli dizi yersiz uzun" isimli protestosu aklıma geldi... Sırf dizilerden daha çok kazanalım diye süresi uzun tutulurken, pilot bölüme dahi 18 milyon dolar harcandığı bir piyasa...
Bildiğin madalyonun iki farklı yüzü. Bu gerçeği bir kenara bırakıp tekrar dizimize dönelim..
Dönem dizisi çekmenin zorluklarının bir hayli fazla olduğu gerçek. Ancak ilk bölümünden sonra HBO, 2. sezon için hemen anlaşmayı yapmıştır. Dizinin yazarlığını The Sopranos için de çalışmış olan Terence Winter'ın olması bir avantaj.
Mafya dizisi için kalem oynatmış bir ismin 1930'ların mafyasını anlatmasında pek sıkıntı çekmediği aşikar.
Dizide herşey gerçeğine uygun. Hırslı bir hazinedar olan Nukcy Thompson'ın, yani devletin, yasadışı işlerle olan bağlantısını anlatıyor.
Filmin, dizi demeye elim gitmiyor ey okur anla!, seksist bir yaklaşımı olduğunu kabul etmek lazım. Kadınların daha çok et olarak görüldüğü, siyahilerin umursanmadığı bir dönem... Bazı kesimleri rahatsız etse de, durum bundan ibaret. Eski yaşanmışlıkları kimse çöpe atamaz.
Nucky'nin yükselmeye çalışması, Margaret Schroeder'a karşı duyduğu ilgi... Hepsini birer migren sancısı gibi yaşıyor.
Bu arada Al Capone'u da unutmamak gerek... Chicago'nun eli kanlı çocuğunun dizide yeri bir hayli büyük. Nucky'nin sırtını döndüğü Jimmy'ye kol kanat geriyor ilk bölümlerde. Capone'un da yükselme çabalarının Nucky ile kesişip kesişmeyeceğini bilmiyoruz.
Şimdiden efsane olması beklenen diziyi izlemeye devam edelim bakalım.. Flaş bi gelişme olursa yazarım.

Twitter için @hiphopisbc6

4 Ocak 2011 Salı

Bilgi Üniversitesi'ndeki olayların arkasındaki gerçekler!



Bloga geri dönüşümü bu haberle kutlayayım diyorum...
Başlıktaki iddiaya kanıp bu yazıyı okuyacaksanız, pek pişman olmayacaksınız. Çünkü bu işin çok içinde olan bi' arkadaşımdan, işin merkezindeki bir isimden aldım bilgileri...
Olayı hepimiz biliyoruz. Ama şimdiye kadar tepkisiz kalıp, "Popüler olan şeyleri okumam ben yüeaa" diyenler için özet geçelim (Hoş o ilgilenmeyenler bunu neden okuyacak o da ayrı bir mesele ama olsun, gazetecilik bilinci işte...)
Bilgi Üniversitesi'ndeki hevesli bir öğrenci bitirme tezi için porno film çekmek ister... Okul jürisini, de ikna etmeyi başarır. (Bilgi Üniversitesi'nin işleyişinden haberdar olanlar bilir, sunumları hocaya değil, jüriye ve kalabalığa yapılır)
Jüriden onayı alan arkadaş da filmi çeker... Bir kız arkadaş ikna edilir, erkek oyuncu da yanına eklendi mi, gerisi bildiğimiz tekerleme olan, "tak fişi bitir işi"dir.
Okulun stüydosunda çekilmiştir bu film. Bundan da büyük bir çoğunluğunuz haberdardır sanırım.
Ancak filmin çekilme tarihi, nerdeyse 1 yıl önce! Evet yanlış okumadınız. Tam 1 yıl önce. 2009'u bırakıp, 2010 yıllarına girdiğimiz dönemde millet okulun stüdoysunda konulu (!) film çekiyordu. (Sen daha otur, evinde youporn.com'a erişmeye çalış ey okur! Neyse hesaplaşmayı bırakalım)
Okuldaki birçok medyanın üst düzey yetkililerinin çocukları olmasına rağmen bu film, o kadar büyük yankı yaratmadı. Ailelerine söyleyenler de gerçeklik engeline takılıp geri döndüler.
Yazılı medyanın habere reaksiyon göstermesi yaklaşık 1 yıl sonrayı bulunca, bazı çakal büyüklerimiz (olayın yayılmasında, görüntüleri izleyip, yayın kurulumuzdan geçerse yayınlayacağız diyen kişi işte adını zikrettirmeyin bana.. ögk kusuyorum durun gelicem) bu olayı bir anda manşetlerden verdi.
İnsanları galeyana getirdikten sonra, ilgiyi yeteri kadar üzerine çektikten sonra sessizliğe gömüldü kendisi. Filmde arzı endam eden kadın karakter ise, Tempo dergisine konuşmuş. Hatta adını sanını açık açık vermiş. Ben burada yazmayacağım, prensibim değil.
1 yıl önce çekilen bu filmi alıp bu kadar büyüten büyüklerimizin (!) tek amacı dikkat çekmekten başka bir şey değil. Sanırım bunu hepiniz anladınız. Teknolojiye ayak uyduracağım, iPad'den yayın yapan bir site kuracağım diye olur olmadık işlere kalkışan ağabeyimiz, bununla da yetinmedi... Kalktı yazarını da oraya gönderdi. Ancak olay üzerinden yaklaşık 1 yıl geçmesi elbette ki okuldakilerin ilgisinin azalmasına neden olmuştu.
Filmin screenshot'larının gösterildiği anda bu işi öğrenildiği anda böyle gizliden bir yürütme yapılsaydı belki de çok farklı olabilirdi. Hadi bunu geçtim, öğrencilerin öğretmeni olan ve çoğu hala medyada aktif olarak görev yapan kişiler acaba neden sessiz kaldı? Bunun da yanıtını vereyim...
Filmin çekilmesine izin verilmesinin kolay bir aşama olduğunu düşünmüyorum. Filmin çekilmesine izin veren okul yönetimi de değişti... Yaşanan bu değişim süreci, hükümet baskısı derken, bir anda olay infilak etti. Tabi bunda sosyal medyanın varlığı da yadsınamaz. Twitter üzerinden konuşulan ve yaklaşık 1 yıl önce çekilen filmin yayınlanıp yayınlanmayacağı merakla beklenmesi... Herşeyi buralara kadar taşıdı.
Hatta dedikodular o derece arttı ki, Bilgi Üniversitesi'nin bu fakültesinin kapatılacağı bile konuşuldu. Okul yönetimi de, öğrencilere korkulacak bir şeyin olmadığını belirten elektronik postalar göndermeye başladı.
Okul yönetiminin neyden çekindiğini tam olarak çözümleyemedik. Ancak bazı kişilerin sırf prim sağlamak için, üzerinden 1 yıl geçmiş, okulda bile unutulmaya başlanmış bir olayı bu kadar büyütüp, çıkar sağlamaya çalışmasına üzüldüm.
Bloga geri döndüm! Bilginize!