28 Ocak 2011 Cuma

Barış sağlandı!





The Game'i beni tanıyan herkes ne kadar çok sevdiğimi bilir. Kendisini izleyebilmek için gecenin kör bi saatinde evden çeşitli hastalıklarıma rağmen konsere gitmiştim...
Jayceon Taylor isimli bu Westcoast'un yağız delikanlısı geçtiğimiz günlerde bir mixtape yayınladı.
Son albümü R.E.D'in çalışmaları devam ederken, ortamı ısındırmak için piyasaya 2 tane mixtape albüm yollamıştı.
Dj Skee imzalı bu mixtape'lerden ilki Brake Lights'tı. İkincisi de geçen gün çıktı; Purp&Patron.
İlkinde Street Riders, Pushin, Trading Places, M.I.A gibi çok iyi şarkılar da bulunuyordu. NaS, Akon, Snoop Dogg, T.I gibi dev isimler de cabası...
İkincisinde ise, tam bir yıldızlar geçidi var. Pharrell, Snoop Dogg, Wiz Khalifa, Rick Ross (Senin kedi canını ben), T-Pain (Senin sesini ben) gibi birçok isim The Game'in mixtape'inde yer alan isimler.
Yalnız benim dikkatimi çeken başka bir şey var... The Game'in bu mixtape'i ile Dr Dre ile barışın kesin kez sağlandığı ortaya çıktı.
Dr Dre'nin 10 yıllık albüm özlemini dindirip, Detox ile geri dönerken, yanına bu sefer affettiği oğlu The Game'i de aldı.
Kush'un orijinal remix'inde söyleyen The Game'in Purp&Patron isimli mixtape'inde de birkaç şarkının prodüktörlüğünü yaptı.
Bu hamlelere bakarsak, The Game sahalara çok daha kuvvetli dönüyor. R.E.D'i büyük bir merakla beklemeye devam ediyorum.

Adam işi biliyor beyler





Ülkemizde son dönemde Acun Ilıcalı fırtınası aldı gidiyor. Milyon dolarlıklık işler yapan Acun, son olarak Abercrombie'nin de Türkiye distürübitörü olmuş.
Allah daha çok versin, daha çok kazansın. Bizim onun malında gözümüz yok (Ha ama yeni sevgilisi bir hayli taş! Onda gözümüz olabilir).
Acun, ne yapacağını, hangi ata oynayacağını çok iyi biliyor. Ali Taran gibi antipatik bir isimle program yapma riskini göze alıp başarıyı elde etmiş birisi.
Var mısın yok musun'daki kankaları Survivor'da birbirine düşürüp, Merve Oflaz gibi ne idüğü belirsiz bi kızı da hayatımızı sokabilmiştir.
Bunun bir benzeri de şu sıralar Amerika Birleşik Devletleri'nde hükmünü sürüyor.
Tam adı Mark Robert Michael Wahlberg. Kısaca bir onu Mark Wahlberg olarak biliyoruz, aslında bilmiyoruz. Max Payne, Italian Job gibi aksiyon filmleri haricinde büyük gişe başarısı yapmış bir filmi yok. Daha çok kaslı vücudu sayesinde iş yaptığını kendisi de en az bizim kadar iyi biliyor.
Peki nasıl oldu da Wahlberg, doğru ata oynayan birisi oldu ABD'de. Çok basit. Elde ettiği paraları çok doğru yapımlara yatırdı.
Bunlardan birincisi, Entourage. Deli gibi izlediğim bir diziyi burada öve öve bitiremeyeceğim. Hollywood hayatlarının her zaman prim yaptığı ABD'de de (E bizde de durum farklı değil.. Demek ki ABD taklidi olmayı iyi beceriyoruz. Bekle bizi Tokyo! Senden de çakma olacağız!) seviliyor. Wahlberg, bu dizide zaman zaman boy göstermeyi de ihmal etmiyor... Diziden elde ettiği paralarla çok geçmeden yine çok büyük ses getiren bir yapıma imza attı.
Pilot bölümüne 18 milyon dolar harcanan ve Martin Scorsese'nin yönettiği Boardwalk Empire'ın da yapımcılarından birisi Wahlberg.
Böylesine iki harika dizinin yapımcısı olarak, milyon dolarları cukkaladığını tahmin etmemiz zor değil.
"Beceriksiz bir oyuncu olmaktansa, başarılı bir yapımcı olurum" demiş Mark Robert Michael Wahlberg. Bize de saygı duymak düşer.

6 Ocak 2011 Perşembe

Nedir sizden çektiklerimiz?



Önce dayısı başladı...
Ülkemizde Galatasaray ve Trabzonspor formaları giyen Song, saçlarını sarıya yakın bir renge boyattı.
Ülkesi Kamerun'un Dünya Kupası tanıtım filmleri için böyle bir şey yaptığını söyledi daha sonra. Saçlarına, sakalına bakınca Afrika Aslanı'na benziyordu, eyvallah dedik.
Ancak daha sonra yeğeni Alex Song çıktı. "Abi n'aptın sen yaa" dercesine bir imajla karşımızdaydı dünkü Manchester City maçında.
Mancini'nin kazanmaya yönelik (!) futbolunun dışındaki şeylere dikkat ederken, Alex Song'un saçlarından sonra sakalını da sarıya boyattığını gördüm. Televizyon karşısındayken bir anda dayısı aklıma geldi. Besmele çekip W'Hampton-Chelsea maçına çevirdim kafamı.
Allah'ım senden ricam, 2011'de böyle facia imaja giden futbolculara azıcık akıl fikir ver... Amin!

Boardwalk Empire




1930'ların Amerika'sında, içkinin yasak olduğu dönemlerde geçen bir dizi. İlk olarak adını Martin Scorcese'nin yönettiği ve pilot bölüm için 18 milyon dolar harcandığını öğrendiğimde aklımın bir yerine yazılmıştı, Boardwalk Empire diye.
Bizdeki "yerli dizi yersiz uzun" isimli protestosu aklıma geldi... Sırf dizilerden daha çok kazanalım diye süresi uzun tutulurken, pilot bölüme dahi 18 milyon dolar harcandığı bir piyasa...
Bildiğin madalyonun iki farklı yüzü. Bu gerçeği bir kenara bırakıp tekrar dizimize dönelim..
Dönem dizisi çekmenin zorluklarının bir hayli fazla olduğu gerçek. Ancak ilk bölümünden sonra HBO, 2. sezon için hemen anlaşmayı yapmıştır. Dizinin yazarlığını The Sopranos için de çalışmış olan Terence Winter'ın olması bir avantaj.
Mafya dizisi için kalem oynatmış bir ismin 1930'ların mafyasını anlatmasında pek sıkıntı çekmediği aşikar.
Dizide herşey gerçeğine uygun. Hırslı bir hazinedar olan Nukcy Thompson'ın, yani devletin, yasadışı işlerle olan bağlantısını anlatıyor.
Filmin, dizi demeye elim gitmiyor ey okur anla!, seksist bir yaklaşımı olduğunu kabul etmek lazım. Kadınların daha çok et olarak görüldüğü, siyahilerin umursanmadığı bir dönem... Bazı kesimleri rahatsız etse de, durum bundan ibaret. Eski yaşanmışlıkları kimse çöpe atamaz.
Nucky'nin yükselmeye çalışması, Margaret Schroeder'a karşı duyduğu ilgi... Hepsini birer migren sancısı gibi yaşıyor.
Bu arada Al Capone'u da unutmamak gerek... Chicago'nun eli kanlı çocuğunun dizide yeri bir hayli büyük. Nucky'nin sırtını döndüğü Jimmy'ye kol kanat geriyor ilk bölümlerde. Capone'un da yükselme çabalarının Nucky ile kesişip kesişmeyeceğini bilmiyoruz.
Şimdiden efsane olması beklenen diziyi izlemeye devam edelim bakalım.. Flaş bi gelişme olursa yazarım.

Twitter için @hiphopisbc6

4 Ocak 2011 Salı

Bilgi Üniversitesi'ndeki olayların arkasındaki gerçekler!



Bloga geri dönüşümü bu haberle kutlayayım diyorum...
Başlıktaki iddiaya kanıp bu yazıyı okuyacaksanız, pek pişman olmayacaksınız. Çünkü bu işin çok içinde olan bi' arkadaşımdan, işin merkezindeki bir isimden aldım bilgileri...
Olayı hepimiz biliyoruz. Ama şimdiye kadar tepkisiz kalıp, "Popüler olan şeyleri okumam ben yüeaa" diyenler için özet geçelim (Hoş o ilgilenmeyenler bunu neden okuyacak o da ayrı bir mesele ama olsun, gazetecilik bilinci işte...)
Bilgi Üniversitesi'ndeki hevesli bir öğrenci bitirme tezi için porno film çekmek ister... Okul jürisini, de ikna etmeyi başarır. (Bilgi Üniversitesi'nin işleyişinden haberdar olanlar bilir, sunumları hocaya değil, jüriye ve kalabalığa yapılır)
Jüriden onayı alan arkadaş da filmi çeker... Bir kız arkadaş ikna edilir, erkek oyuncu da yanına eklendi mi, gerisi bildiğimiz tekerleme olan, "tak fişi bitir işi"dir.
Okulun stüydosunda çekilmiştir bu film. Bundan da büyük bir çoğunluğunuz haberdardır sanırım.
Ancak filmin çekilme tarihi, nerdeyse 1 yıl önce! Evet yanlış okumadınız. Tam 1 yıl önce. 2009'u bırakıp, 2010 yıllarına girdiğimiz dönemde millet okulun stüdoysunda konulu (!) film çekiyordu. (Sen daha otur, evinde youporn.com'a erişmeye çalış ey okur! Neyse hesaplaşmayı bırakalım)
Okuldaki birçok medyanın üst düzey yetkililerinin çocukları olmasına rağmen bu film, o kadar büyük yankı yaratmadı. Ailelerine söyleyenler de gerçeklik engeline takılıp geri döndüler.
Yazılı medyanın habere reaksiyon göstermesi yaklaşık 1 yıl sonrayı bulunca, bazı çakal büyüklerimiz (olayın yayılmasında, görüntüleri izleyip, yayın kurulumuzdan geçerse yayınlayacağız diyen kişi işte adını zikrettirmeyin bana.. ögk kusuyorum durun gelicem) bu olayı bir anda manşetlerden verdi.
İnsanları galeyana getirdikten sonra, ilgiyi yeteri kadar üzerine çektikten sonra sessizliğe gömüldü kendisi. Filmde arzı endam eden kadın karakter ise, Tempo dergisine konuşmuş. Hatta adını sanını açık açık vermiş. Ben burada yazmayacağım, prensibim değil.
1 yıl önce çekilen bu filmi alıp bu kadar büyüten büyüklerimizin (!) tek amacı dikkat çekmekten başka bir şey değil. Sanırım bunu hepiniz anladınız. Teknolojiye ayak uyduracağım, iPad'den yayın yapan bir site kuracağım diye olur olmadık işlere kalkışan ağabeyimiz, bununla da yetinmedi... Kalktı yazarını da oraya gönderdi. Ancak olay üzerinden yaklaşık 1 yıl geçmesi elbette ki okuldakilerin ilgisinin azalmasına neden olmuştu.
Filmin screenshot'larının gösterildiği anda bu işi öğrenildiği anda böyle gizliden bir yürütme yapılsaydı belki de çok farklı olabilirdi. Hadi bunu geçtim, öğrencilerin öğretmeni olan ve çoğu hala medyada aktif olarak görev yapan kişiler acaba neden sessiz kaldı? Bunun da yanıtını vereyim...
Filmin çekilmesine izin verilmesinin kolay bir aşama olduğunu düşünmüyorum. Filmin çekilmesine izin veren okul yönetimi de değişti... Yaşanan bu değişim süreci, hükümet baskısı derken, bir anda olay infilak etti. Tabi bunda sosyal medyanın varlığı da yadsınamaz. Twitter üzerinden konuşulan ve yaklaşık 1 yıl önce çekilen filmin yayınlanıp yayınlanmayacağı merakla beklenmesi... Herşeyi buralara kadar taşıdı.
Hatta dedikodular o derece arttı ki, Bilgi Üniversitesi'nin bu fakültesinin kapatılacağı bile konuşuldu. Okul yönetimi de, öğrencilere korkulacak bir şeyin olmadığını belirten elektronik postalar göndermeye başladı.
Okul yönetiminin neyden çekindiğini tam olarak çözümleyemedik. Ancak bazı kişilerin sırf prim sağlamak için, üzerinden 1 yıl geçmiş, okulda bile unutulmaya başlanmış bir olayı bu kadar büyütüp, çıkar sağlamaya çalışmasına üzüldüm.
Bloga geri döndüm! Bilginize!